6 Temmuz 2012 Cuma

YAZMAK ÜZERİNE MIRIL MIRIL BİR YAZI...

"...Saldırgan diyorlar bana 
Oysa kırılganım ben 
Gözyaşlarım mücevher 
Saklıyorum herkesten 
Ürküyorlar gözümdeki ateşten 
Ürküyorlar dilimdeki zehirden 
Ürküyorlar o dur durak bilmeyen 
gözükara cesaretimden 
Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum, 
Bir yanı çılgın dağ doruğu. 
Oysa böyle yapmasam ben 
Nasıl korurum içimdeki çocuğu? 
Bir yanım çılgın nar ağacı 
Bir yanım buz sarayı." M. MUNGAN


...Gene bir yazamama hali vuku bulmuş bende… Yazmak istememe..O kadar ki  Kasım‘da yazmışım en son gönlümce…Oysa yazmak ne kadar güzeldir…


Öyle güzeldir ki, başım dönmez, midem bulanmaz ama  bir kadeh güzel bir şarap içmiş gibi olurum ben yazdıktan sonra. Bir sürü şey dağılıverir... “Ben” duygusu biraz uzaklaşır  ve sihirli bir  biçimde  öteki de olmadan, “öteki” ile ben arasında her zaman ulaşılamayan bir yerde buluveririm kendimi.

Bu yaz  başıma gelen en güzel şeylerden biri,  tatilimin ikinci günü, bir çay bahçesinde karşıma çıkan sıcacık Murathan Mungan söyleşisiydi. Bir çay bahçesi derken, benim en huzurlu, en mutlu olduğum kentin çay bahçesine haksızlık ediyorum, pek bir yabancı oldu. Tatil hediyemi ikinci gün veren o kente ayıp oldu vallahiJ

Söyleşinin sonunda gözlerim dolu dolu, daha çok severken buldum kendimi ustayı...Daha çok okumaya karar verdim, daha çok anlayarak…Bugüne kadar karşıma çıktıkça okuduğum için utandım  nerdeyse... Koskoca Edebiyatı  “bir başkasını anlama yeteneğidir” diye dört kelime ile özetleyiverdi mesela… Benim anladığım güzel edebiyatın bugüne kadar duyduğum en duru, en  müthiş tanımı…

Yazmak, tüm duyuların ötesinde bir his benim için diye düşünürdüm de, hangi yönümü beslediğini hissetmekle beraber tanımlamazdım daha önce...Elbette ki kendi kendine mırıldanırcasına keyfi geldikçe  yazan  ben, edebiyatçı olarak tanımlamıyorum kendimiJ Aman yanlış anlaşılmasın…Sadece yazarken hissettiğim bu minicik hislerin, iyi bir  edebiyatçı da nasıl müthiş ve derin bir hal aldığını düşündüğümü ifade etme çabasındayım.

Sürekli yazan, ama hani yazmak için değil de, içinden geldiği için yazan, her yönüyle bakıyor hayata,  herkese, herşeye..Ve bu içten bakışın sonunda, o kadar bilge oluyor ki, üç basit kelime geliyor yan yana, ve yazdığını sanan birinin üç sayfasından çok şey düşündürüyor insana..Hayal ya da gerçek, başka hayatları da  yazmak  tutkusunu taşıdıkça daha da bilgeleşiyor, daha da içten bakıyor çevresine…Bir sürü farklı kimliğe bürünürken, kötü ve iyi gibi bir sürü çelişkiyi “insan”  başlığının altında toplayıveriyor... İyi edebiyatçıların en anlayışlı, en hoşgörülü insanlar haline geldiklerini nasıl da harika anlattı bir an bile duraksamadan, keşke ben de o anı o konuşmanın şöyle yarısı güzelliğinde anlatabilsem de, o yaşadığım güzel ana ortak edebilsem  herkesi…Yazmaya  bu kadar gönül veren birinin, nasıl sevilesi, sayılası olduğunu gösterebilsem...

Öyle işte…Kafam valla da güzel oldu gene… O güne  gidiverdim tekrar… Söyleşi filan derken, o çay bahçesindeki deniz kokusu bile geldi burnuma…

Daha çok yazmalı, daha çok…

19 Nisan 2012 Perşembe

İSTANBUL...

Beş dakikada bir motorunun acelesine inat
Biniyorum meçhule
Ardımda martılar telaş

Bırakıp gitmek var
Şimdi seni yarim
Dört yan ezan
Vapur vapur boğaz

Sesim binlerce binlerce
Gözüm bugün
Gözlerin istanbul
İstanbul gözlerin bugün
Gözlerin istanbul
İstanbul yüzün bugün

Beş dakikada bir motorunun acelesine inat
Biniyorum meçhule
Ardımda martılar telaş

Bırakıp gitmek var
Şimdi seni yarim
Dört yan ezan
Vapur vapur boğaz

Gozlerin bu kadar mı
Bu kadar mı iki hüzün
Ellerin istanbul
İstanbul ellerin bugün
Ellerin istanbul
İstanbul hüzün bugün

Birsen Tezer

13 Mart 2012 Salı

YAKILDIK EY HALKIM UNUTMA BİZİ!! 12-13 MART 2012

• Bu yazı depresif anlardan çıkmıştır…Gayet dağınıktır, üzüntü ve kaygıyla yazılmıştır.Dün –bugün birbirine karışmıştır.Dostça hissedenlere, anlamak isteyenlere özeldir.


Ne güzel günler yaşıyoruz…Bugün, Ahmet Şık ve Nedim Şener tahliye edildi..Ne kadar harika…375 gün kapalı kalmamışlarcasına seviniyoruz…Mutlu son…!!! Kötünün iyisi tabi, ya “bir” gün daha kalsalardı… Düşünsenize bir güne neler sığar, ve bir gün neler alıp götürebilir bizden… Özgürce bir nefes almak, o nefesin bir ana sığması ne inanılmazdır aslında…

Yeri geldiğinde tek bir an bile yaşamsal olabilirken, bir habercinin bir günde neler yapabileceğinden korkulur elbet…

Ahmet Şık’ın kardeşi açıklamasında tam kelimeleri hatırlamasam da; temel olarak diyor ki,

“…annem, babam yaşlılar...onlara anlatmakta çok zorluk çektim…mahkeme, yargı, hakim avukat …hala inanıyorlar, anlam veremiyorlar…”

…Adalet…hukuk..evrensel, tarihi kavramlardır…Toplumsal hayatta çok şey ifade etmişlerdir ve eminim edeceklerdir de…Bizlere bu kelimelerin gerçek anlamlarını unutturan günlerdeyiz...Hukuk tarihine bir yara olarak işlenecek günlerde…Basılmamış kitapların suç unsuru ilan edildiği yıllar olmuş diyecek birileri…Gazeteciler düşünceleri, kalemleri yüzünden cezaevindeyken, onların çoğu “tecavüzcü ya da hırsız” diye dünya basınına açıklama yapan siyasetçiler varmış diyecekler..ve diyecekler ki bu siyasetçiler, dünyanın saltanattan cumhuriyete geçişine saygı duyduğu, bir mucizenin yaratıldığı, temelleri ışıl ışıl olan bir ülkede yetişmiş!!!

….Derken bu yazı dünde kalmış ve ben dün yazarken uyuyakalmışım..Ve öngörememişim bugün nasıl bir güne uyanacaklarını..Halbuki çok zor değildi bunu öngörmek, böyle bir haberin ancak kötü bir haber karşılığında verildiğini düşünmek.. hatırlamak istememişim...

Bugün ülkemde katliam zamanaşımı nedeniyle suç olmaktan çıkmış…37 insanımız yanmış ve firari olan beş sanık zamanaşımından yırtmış katliamdan…Katliam alelade bir suç mudur? Eğer suçsa, -ki bence “suç” kelimesi dahi kifayetsiz kalmaktadır bu tanım için.- işin “esas” ı unutularak, usulen düşebilecek bir davaya mı konudur bu suç?

Gerçekten acı çektik biz bugün….Yanan 37 cana ağlayan, adliye kapısında elleri yüreklerinde bekleyen ve insan canı bu kadar ucuz mudur diyen vicdanlı bir insan kalabalığına biber gazı ile müdahale edildiği an utandık ülkemizden ve daha da kötüsü korktuk geleceğimizden, insan geçinenlerden….

13 Şubat 2012 Pazartesi

BEN RUHİ BEY NASILIM / Edip Cansever

Gördün mü hiç suyun yanmasını tuzda
Gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi
Büyük bahçelerin küçük içinde
Saksılardan birinde
Gördüm de
Uyurken uyandırılmış gibi
Beni bir sardunya büyüttü belki.

O ben ki
Bir kadında bir çocuk hayaleti mi
Bir çocukta bir kadın hayaleti mi
Yalnızca bir hayalet mi yoksa.

Ne peki
Yere dökülen bir un sessizliği mi
Göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi
İşini bitirmiş bir org tamircisinin
Tuşlardan birine dokunacakkenki
Dikkati ve tedirginliği mi.

Bekler mi beni
Her yanı, ama her yanı çocuklar gibi gülümseyen
Bir sürü yaz gününün içinde
Acaba bekler mi beni
Uykularım, o sonsuz uykularım
Yanmış bir limonluktaki
- Ve limonlar ki her gün bir yaprak ayininde
Sesini hiç eksiltmeyen -
Ama bilmez miyim ben
Bilmez miyim hiç
Böyle sığ hayallerle oyalanmak yerine
Kısacık bir zaman olmalıydı elimde
Turfanda meyva gibi bir zaman
Yollar yollar kateden tadı ve ekşiliği
Geçerek erguvanların dönemecinden
Leylakların dörtyol ağzından
Yapıştırıncaya dek beni dudaklarına
Acının dudaklarına ve geçmişin
Bir yaban gülü yaprağı gibi beni
Ama ne gezer.

Korkmuyorum artık solmaktan
Solmaktan ve solgunluktan
Gelmişim nerelerden böyle
Kurumuş bir dere yatağı gibi
Ya da pek kurumamış da
Baygın, hasta ya da cançekişen
Çırparaktan yüzgeçlerimi dip sularında
Ya da yer tahtaları, muşamba, örtük perdelerin kasvetini
Yorgun düşerek taşımaktan
Ve ne çıkar ayırmasam kendimi
Suların büyük içkilere kavuştuğu koylardan.

Koylardan
Kapsayan o sevimsiz, o küçük aşkları da
Eskiyen turunçlar gibi ilk rengini pek aratmayan
Ayırmasam kendimi
Diyorum ayırmasam
Köhnemiş bir geminin -izine pek rastlanılmayan-
İçindeki bir yolcudan da, değerli taşlarla dolu cepleri
Cepleri yüreği cepleri
Ayırmasam da ben
Kim görürdü o yolcuyu, yani kim farkederdi beni
Sıradan acılardır çünkü bütün ilgileri toplayan
Oysa sıkıntıyı buruşuk bir iç çamaşırı gibi saklayan
Bu kımıltısız gövde
Görülmemiştir ki hiç görülsün şimdi
Görülmediği gibi gündoğumundan havalanan kuşların
Ya da bir oda kapısını açtığınız zaman
O müthiş öğle sıcağında
Pencerenin önünde örgü ören birinin
- Örgü mü, bir çay bardağını başka başka tutan ellerin becerikliliği mi-
Görülmediği gibi
Ama var mıydı sanki görülmek isteyen
Var mıydı bir şeyler bekleyen yüreğimin eskittiklerinden.


II

Ve her şey hızla yetişti sonra
Sarı bir günün kahverengi yarınına.

Yıkılmış bir ağacın üstünde yıllarca oturdum da
Gözleri avına benzeyen bir avcıydım sanki
Ağaç da çürümüş zaten
Kazımış, oymuş bir yerlerinden gelip geçen onu
Ağaç mı, içi yıllarla dolu bir kutu mu
Çözmek için mi acaba içlerindeki bir gizi
-Gizi mi, bir giz gereksinmesini mi-
Yoklamışlar orasından burasından
Kim bilir.

Ama sessizlikten başka ne bulmuşlar
Önemsiz bir iki anıdanbaşka
Ya insan kılığında ya da bir dekor taşkınlığında
Sorarım ne bulmuşlar
Çoktan yeni bir umuda dönüşmüştür onlar da
Anılar.

Oysa bambaşka şeyler olmalıydı ağaçta
Kazılmış, oyulmuş yerlerinde ağacın
Buruk mayhoş, daha çok da bir zehir tadındaki
Bir şeyler olmalıydı. Ve sanki
Yıllar var ki saklamışım orda ben

Saklamışım anlaşılan
Odasında yapayalnız doğuran bir kadının
Dışa vurmak istemediği
Ya da pek gereksinmediği
O iniltiyi andıran
Duyurulmayan her şeyi.


III

Ve her şey dönüştü işte
Kahverengi bir çarşambadan
Sapsarı bir cumartesiye.

Ansızın bir rüzgar çıktı demin
Çölde yanıt arayan alaycı bir rüzgar
Kolalı bir örtü gibi acıtıyor yüzümü
Yakıyor gözkapaklarımı da
Toplayıp getiriyor anılarımı bir bir
Uzun yolları hiç sevmeyen anılarımı.

(Kaç türlü girilirdi anılardan içeri?
1 - İşte! bir zambağın özsuyunun içilişi gibi
2 - Süt emer gibi bir memeden
Bütün renklerin ve bütün kokuların bir anda bilinişi
3 - Dibini kazıyor alanlar: dünyanın iç çekişi.)

(Ansak mı anmasak mı
Yeri mi şimdi değil mi
Bir tren yolculuğunda ve her yerde
Her şeyin ya da hiçbir şeyin hiç mi hiç çekilmezliğini
Bir hafta tatilini, bir öğle vaktini, belki bir pazartesiyi
Saatler iyi
Adamlar gülüyorlarsa iyi, gülmüyorlarsa gene iyi
Ve bütün yolcuların dalgın
Koparıp koparıp bir şeyler yediklerini
Görünüşte kararsız
Görünüşte üzgün, endişeli
Görsek mi acaba, görmesek mi
Açıp da kapalı gözlerini arada
Şöyle bir görünümü tek bir solukta
Yalandan, inatla içine çekenleri
Ya da bir köprüden geçerken, bir tünele girerken
Belirtip yüzlerinde çok görmüşlüğün izlerini
Bir tilki çevikliğiyle, acele
Katarak yolculuğa hiç yoktan bir gizemliliği
Bilmem ki, görmesek mi
Durunca tren bir istasyonda
Dudakları çatlamış, ateşli, hasta bir istasyonda
Dünyanın bütün elma satıcılarına bakıp
Bakıp da her şeyi ilk defa tanıyormuş gibi
Uzanıp pencerelerden sarkık gerdanlarıyla
Tutarak parmaklarıyla yalancı
Ve ucuzundan bir kolyeyi
Acaba görmesek mi
Bir treni ve dünyada tren olan her şeyi.

Ansak mı anmasak mı acaba
Yeri mi şimdi, değil mi
Sırasını bekleyen bir kadının, hasta
Gereğinden fazla abartılmış yüzünü
Besbelli iğrenirdiniz
Çevirirdiniz gözlerinizi yer tahtalarına
Bir duvar saatine ya da kapıya
Telefona bakardınız, tırnaklarını incelerdiniz uzun uzun
Kısaca
Kaçınmak isterdiniz o yüzden -ama bitmedi-
Gördünüz, görüverdiniz bir daha
Sıyrılmış acılardan ansızın
Sevecen, durgun, sade
O yüzü
Belki de, orda, acele
Karar verdiniz
Bir anneniz olsun isterdiniz böyle
Ve belki sarılıp öpmek isterdiniz onu
Her neyse...

Söylesek, yeniden mi söylesek şimdi de
Ben uzun yolları hiç sevmem
Doğacak bir çocuk gibi beklemeli anılar
Ansızın doğmalı, ansızın ölmeli saniyelerde.)


IV

Bırakıp gidiyor anılarımı rüzgar
Denize bırakılmış çöpler gibi
Yol kenarlarında birikmiş gereksiz eşyalar gibi
Geri veriyor ve çekip gidiyor usulca.

Bulanık bir havuzun yanında buluyorum kendimi
Bakımsız, taşları kırık bir havuzun yanında
İçinden koyu yeşil bir çocuğun baktığı
Çürümeye yüz tutmuş yaprak renginde
Ağlaması yağmurlu bir sundurmaya benzeyen
Kırık iskemleleri, çatlamış mermer masasıyla
Yağmurlu bir sundurmaya
Ve pencerelerde belli belirsiz bir kadın
Pencerelerde ve her yanda.

Bir çocukta bir kadın hayaleti mi
Bir kadında bir çocuk hayaleti mi
Yalnızca bir hayalet mi yoksa.

(Nerdeyim
Kelebeklerden dokunuşlar alan bir yaprak gibi inceyim
Para bozduranların az çok bildiği
Adres soranların gene bildiği
Bir sokakta bir aşağı bir yukarı
Saatlerce dolaşanların hemen hemen bildiği
Amansız bir güceniğim.)

Geri getiriyor bunları rüzgar
Geri getiriyor anılması kırmızı bir konağı da
İniltili, hasta bir konağı da
Çatısında baykuşların tünediği
Birtakım iplerin düğümlendiği tahtaboşlarda
Ve bütün konuşmaların tek bir cümlede toplanıp
Suskunluğu bir anıt gibi yükselttiği
Bir konağı ve konağın olanca görkemini
Geri getiriyor rüzgar.

(Konaksa yandı çoktan
Tertemiz bir asfalt ezip geçti onu
İyi biliyorum tertemiz bir asfalt
Ezip geçti onu
Kırmızı bir konak mezarı gölgesi bırakarak.)

Ve yıllar ve günler ve saatler ayarlandı
Caddeler, işhanları kahveler ayarlandı
Meyhaneler, genelevler
Pasajlar, dar sokaklar, geçitler
Soğuk biralar ayarlandı, soğuk her şey
Ve bütün ilişkiler
Birden yerini aldı.

Ve her şey yetişti gene
Sarı bir çarşambadan
Kahverengi bir cumartesiye.


V

Ben Ruhi Bey, nasıl olan Ruhi Bey
Nasılım
Bir yaz ikindisinden çıktım geldim
Diyelim bir pazartesiydi, biraz da şöyle geldim
Kapıyı iyice kapadım
- Kapadım mı, evet, kapadım -
Çitlenbik ağacının altından geçtim
Frenk üzümlerinden bir iki salkım kopardım
Dişlerimle sıyırdım
Sardunya renginde ve sardunya tadında idiler
Biri fotoğrafımı çekiyorkenki gibi durdum
Azıcık gülümsedim
Ve dünya bana gülümsedi
Çakılların üstünden yürüdüm
Yürüdüm ki, bir sese benziyordum sanki
Yüzyıllarca önce kırılmış bir kemik sesi
İyice duydum
Çıkarken bahçe kapısını açık bıraktım
- Çok yüksekti. Deniz dibi renginde ve demirdendi. Üstünde aslan başı
kabartmalar vardı. İki yanında çok yüksek iki duvar uzar giderdi.
Dışardan çam ğaçları görünürdü. Bir kırbaç gibi görünürdü. Ve
ağaçların üstünde kırbaç kılıflarına benzeyen ve evlatlıkların mavi
pazen giysilerini andıran kalınlaşmış bir gökyüzü dururdu -
On sekiz on beş trenine yetiştim
Geniş kadife koltuğa oturdum
Puromu yaktım - iki kibrit harcadım -
Akşam gazetelerinde pek bir şey yoktu
Haydarpaşa'ya kadar bulmaca çözdüm
İskelede saçları çok iyi taranmış bir kız bana baktı
Bakışından tedirgin oldum
Giyimsizdi, boyasızdı, bakımsızdı
Vapurla Karaköy'e geçtim
Tokatlı'ya uğradım
Köprüden aldığım Fransız dergilerini karıştırdım
Kirazla bir kadeh rakı içtim
Çıkarken boy aynasında kendime baktım
Oldukça yakışıklıydım
Gömleğim temizdi, beyaz ceketim
Tertemizdi ve ayakkabılarım
Pantolonum ütülü
Yelek cebimde ince altın bir zincir
Sarı ve ince bıyıklarım
Tam Ruhi Bey bıyığıydı
Ve iki parmağın arasında bir çiçek sapı
- Zakkum muydu, değil miydi, belki yazpatı -
Boynumda menekşe rengi bir papyon
Hafifçe sarkık
Dudağımda bitti bitecek bir sigara
Kenarında dudağımın
Dışarı çıktım.
Tünele bindim, Asmalımescit'teki Viyana lokantasına geldim.
Avusturyalı karı koca beni karşıladılar
İkisi de eğilerek ben dimdik durdukça onlar bir kez daha eğilerek beni
karşıladılar
Benden başka oldukça şişman iki adam daha vardı. Beyaz Ruslardandılar, gözleri
necef taşı gibi sert ve parlaktı
Tezgahta bir Leh Yahudisi votka içiyordu, yüzündeki ince damarlar fırçayla
çizilmiş gibiydi, bir silinip bir canlanıyorlardı.
Soğuk et getirdiler bana, omlet, bira filan getirdiler
Üstüne kremalı ahududu getirdiler, likörle kahve getirdiler
Çıkarken bolca bahşiş bıraktım.
Markiz'e uğradım, dört mevsimden süzülmüş bir konyak içtim
Düzeltip arada bir bıyıklarımı
Uçları hafifçe ıslak
Bir ara pencere camında kendime baktım
Baktım ki, ben Ruhi Bey
Nasıl olan Ruhi Bey
Daha nasılım.

Oradan Galatasaray'a kadar yürüdüm
Bir kadının pembe beyaz teni dağılıp uçuşarak
Gezindi ortalıkta bir süre
Ve durdum
Durdum bu güzel yaz ikindisinden çıkıp
Bambaşka bir sonbahar sabahını giyinceye kadar Nasılım.


VI

Nasıl olacaksınız Ruhi Bey
Bugün de erkencisiniz Ruhi Bey
Şarapla bira mı içiyorsunuz Ruhi Bey
Böyle sabah sabah Ruhi Bey
Akşam akşam Ruhi Bey
Akşam sabah Ruhi Bey
Cıgara alır mıydınız Ruhi Bey
Yakalım Ruhi Bey, yakalım
Böyle üşümüyor musunuz Ruhi Bey
Benim de ayakkabılarım su alıyor Ruhi Bey
Ne olur ne olmaz
Önümüz kış Ruhi Bey
Ee, daha nasılsınız Ruhi Bey
- İyiyim, iyiyim.

(Gelsem gelsem bir solgunluktan gelirim
Kızgın bir sardunyanın üstelik üvey çocuğu
Pembe pembe azarlanırım
O ölür ben azarlanırım
Kocaman bir konakta uzarım kısalırım
Ellerim tırnaklarım
Yeni kırpılmış bir koyun derisi gibi pespembe
Ve sıcak
Gözlerim, gözlerim benim
Denizi ilk defa gören bir çocuğun
Birdenbire yaşlanması neyse.)

Sizinle görüşelim Ruhi Bey
Vaktim yok, vaktim yok
Ruhi Bey, görüşelim
Vaktim yok görüşmeye kimseyle
Ruhi Bey!
Kendimle bile, kendimle bile.
(Olmaz ki, kimse kimseyi sevemez
Ama hiç kimse.)

21 Kasım 2011 Pazartesi

ÇİÇEKLERİMİZ BARİ...HİÇ SOLMASIN

Gene mi güzelim, gene mi Jack Johnson…Bir de hellim peyniri var bu kez aramızda… Sultancım sağolsun.. Karşımda yanakları şarap ve sıcak karışımından kızarmış bir güzel insan:)… Ne eksik.. Tabi ki deniz... Neyse ki deniz olmasa da dalga hiç ayrılmıyor yanımdan... Bendeki bu dalgalı haller de deniz aşıklığımdan mıdır ki... Bir gün mutlu, bir gün mutsuz.. Hatta bir an mutlu bir an mutsuz…Şu an mesela mutluya yakınım herhalde, yazıyorum, müzik dinliyorum..vs...kendimleyim ya azıcık da olsa..değmeyin keyfime..Aşağıda açık olan dilekçe yalvarıyor adeta “beni de yaz beni de yaz “ diye.. Onu mecbur yazacağım... Azıcık sabretsin…!

Tüm dostlarım…. kiminiz hayır diyecek, aksini ileri sürecek biliyorum.. Sıkışmış durumdayız biz bu ülkede…Süregelen hayattan kurtarılmış zamanlarda, yerlerde bulabiliyoruz ancak kendimizi.. Bir tiyatro sahnedeyiz sanki.. Çok iyi oynayanlar, öyle takılanlar ve sahnede çuvallayanlar var etrafımızda… Bir de daha çok kaçmayı başaranlar…Ama sonuç olarak hepimiz kaçıştayız derim ben.. Çok iyi hatırlarım ne çok kızmıştım Aziz Nesin’e.. İnsanlarımıza hakaret ediyor diye… Şimdi onunla aynı çizgide olmak ne kadar acı aslında… Gerçeklerle yüzleşmemek için sığınılan hayal alanındaymışım meğer... Şartlar,eğitim...vs.. diye tabir ettiğim aslında benim kaçışımmış…Yüzleşmememmiş…

Bir de bir kısmımız var… Ben ayak uydurdum arkadaş, böyle de yaşanıyor işte diyen.. Onlara başarılar diliyorum bu hayatta.. Neyi başarmış olarak gidecek aynı yere anlamasam da… Yüzleşmek gerek diye düşünüyorum ben… En azından bir tiyatro sahnesinde olduğumuzu fark etmek, yadsımamak...Baksanıza adam Suriye’yi işgal edecek neredeyse...Hem de hepimizi temsilen... Van...-ki tanrı biliyor benim kalbim oradadır bugünlerde- üşürken…Biz çalışırken robot gibi…üstümüzden emperyalistçilikçik oynayacak…Biz de kendimizi birşey yapıyor sanacağız…Bir çoğumuz evde bir takım dizilerin peşindeyken adam hepimizi temsilen, “dünya barışı” adına bir ülkeyi “İŞGAL” edecek… Bu sözcüğün anlamını duyumsayabiliyor muyuz hala...?Bizim için düşünenler kaç gündür kapalı,cezaevinde,TUTUKLU...Düşünceleri nedeniyle TUTUKLU… Unuttuk mu, ya da çok mu doğal bu… Kapımızın önünde birileri üstlerinde incecik gömleklerle çöplerden kağıt toplayarak yaşamaya çalışmıyormuşçasına…Birileri bizim adımıza bir ülkeyi İŞGAL edecekmişşş.. Hepimiz susuyoruz…Ya da böyle benim gibi söyleniyoruz… Biz suç işliyoruz dostlar… Maalesef uyuyan bir nesile vücut veriyoruz..Seyirciyiz, hipnozdayız…

İyi dediğim halimin altından neler çıktı..:) En azından bir yerde yazılı delil bırakıyorum..Bişey yapamasam da hiç memnun değilim ülkemde olanlardan...Çalışıyorum evet,ben de oyalanıyorum, yaşama çabasındayım kendimce..Hem de “hukuk” üstüne..”Hukuk” ki en büyük yaramız bugünlerde…Off..ne çok şey var memnun olmadığım…

Cem Adrian..Pek toplumsal müzik yaptığı söylenemez.. O da kaçışta... ,isyanda… Ama nasıl güzel, dupduru ifade etmiş… “kalbimde bir çiçek açtı..yine..” Ne diyeyim .. çiçeklerimiz bari … hiç solmasın…

Sevgiyle,

4 Kasım 2011 Cuma

KORKUTUCU BİR YANIMIZ…AUSCHWITZ…



İçim dışım Auschwitz toplama kampı oldu son dönemde...Hepimiz biliyoruz Nazi Almanya’sının insan ırkına verdiği büyük zararı.. Gaz odalarını, imhaları, krematoryumları, işkenceleri, aşağılamaları...Bir sürü film, kitap, yazı , kaynak… O kadar ki, ben bıktım o konuyu izlemekten dinlemekten dediğimiz olmuştur… Ne mutlu ki tarih yazıyor bunu…Affetmiyor… Diğer yandan,hala bilmediğimiz, izlemediğimiz çok şey olduğunu öngörmek hiç zor değil.
Bir Polonyalı olan Borowski’nin toplama kampında yaşadıklarına dair yazdığı kitabın Mete Tunçay çevirisi, ardından Devlet Tiyatroları’nin Auschwitz ‘de ölümden kurtulmak için kurulan orkestrayı konu olan oyunu.. İkisi de müthişti.. Nasıl bir tesadüf ki, kitap hediyeydi okudum; oyuna da bir arkadaşımın gidememesi ile biletini bana vermesi ile gittim. Kendi seçimim değildi…Ama üst üste iki çok etkili eser, resmen içime işledi…

Ama bu kez daha farklı, daha derin bir korkuya kapıldım şu içinde bulunduğumuz günlerde… Yaşanan trajedi çok açık…Ne yazılsa az gelir, ifade bile edilemez kuşkusuz…Beni ciddi düzeyde korkutan, bunları yaşatan insanların varlığı.. . Hani vardır ya “insanoğlu çiğ süt emmiştir” filan gibi rahatsız edici sözler, onların gerçeklik payının yüksekliği, hatta bu deyimlerin yetersizliği.. .Konuşuruz zaman zaman; “ iyi de içimizde kötü de” diye…Bunlar o kadar hafif kalıyor ki… Vahşet diye hatırladığımız o zulüm sistemini yaşatan binlerce subay… Binlerce göz yuman,binlerce zevk alan,binlerce umursamayan…Hitler çok zayıf kalıyor bu topluluk düşünüldüğünde…Eline kırbaç verilince insanlığını kaybedenler…Belki hepimiz, belki bazılarımız… Kitabın önsözünde aynen şöyle yazılmış;
“Auschwitz’ teki yangın, İstanbul’u da yakabilir, tutuşturabilir, Auschwitz bizim kanayaklı kız kardeşimiz..OLMAZ, OLAMAZ DENİYORDU. OLDU İŞTE..HALA DEHŞETLER, HAYRETLER İÇİNDE: NASIL OLUR, NASIL OLDU DİYE BİRBİRİMİZE, KENDİMİZE SORUP DURUYORUZ.
TOPLAM ALTI MİLYON YAHUDİ KURBAN’IN BİR MİLYONU AUCHSWITZ’TE YOK EDİLDİ.OLDU İŞTE.YİNE OLABİLİR, HEM DE HER YERDE!

Bir doğa felaketi yaşadık…Van için çarptı çoğumuzun kalbi.. Ancak, beter olsunlar diyebilenler oldu burada, çok yakınımızda…Yardım kolisinin içine taş ve sopayla birlikte bayrak koyanlar oldu… Bu davranışın cumhuriyeti kirletmekten başka bir şeye hizmet etmeyeceğini düşünmekten aciz…Bayrak bizim meşalemizdir,cumhuriyetimizdir,aydınlığımızdır. Vahşet aracı haline getirmek de cumhuriye karşı işlenmiş büyük bir suçtur kanımca… İnsan öldürmeyi ideal sayan canlı bombalar var gene çok yakınımızda…Nasıl insan öldürmek için kendini öldürmeyi göze alır bir insan…Nasıl bir ideoloji ile süsleyebilir bunu…Neyin farkında değildir…ve insanın insana yapabileceğinin kaçıncı resmidir…
Hangimiz görmedik küçük yetkileri bir anda edinenlerin içinden çıkamadıkları ölümcül kibiri…En yakınındakilere, birden sırtını dönenleri….Profesyonellik dediğimiz iş yaşamında edinilen ve sadece bir iş ilişkine vücut veren ast üst ilişkisini, bir nevi iktidar olarak algılayanları…Diğer yaşamlarla, çok basit insanı gereklilikleri bir anda unutanları.. Nasıl bir zayıflık aslında bu kükremeler… Ufacık grupları koordine etme yetkisini sindiremeyen, askeri yetki ile neler yapardı kimbilir…Öldürme hakkı vermişler adamlara, sen insansın, onlar pislik demişler..O da buna inanacak kadar beyinsizmiş…Bugün o güne dönsek hangilerimiz Nazi Subayı haline gelecek diye endişe etmekten kendimi alamıyorum kısacası bu dönem… Birilerini öteki ilan etmeye o kadar hazırlanmış durumdayız ki toplum olarak…

Şaka gibi, ama patronculuk oyunlarına olan kızgınlığımdan çıktı bu blog. İş odaklı olamayıp, şekil odaklı, yetki odaklı yöneticilik oyunlarından… “Zeki” olarak addedilebilecek birilerinin “şekil” düzleminden çıkamamasından...Çok acımasız görünüyor, günlük zaafiyetlerle insanlık suçları arasında kurduğum bağ belki…O toplama kampından “insanlık” savaşı vererek sağ kurtulmuş birini düşündüm. Her ne kadar insanlık adına paylaşımlarda bulunsa da onca yarayla nasıl güvenecek insanlığa .. İnsanın insana yapabileceklerine o kadar yakından şahit olmuşken… Ne öğretecek çocuğuna…İnsan tanımını nasıl yapacak kalbinde…

İnsanın insana yapabileceklerinden hep korkmalıyız hepimiz...Bu bir bilinç olmalı ki yaşamın her alanında kendi dengemizin ve başka dengelerin takipçisi olabilelim…Karamsar bir yazı oldu ama maalesef gerçekçi…Unutmamalıyız ki o insanlık suçlarını işleyen de maalesef başka bir “insan” lık …

24 Ekim 2011 Pazartesi

YARGI, ÖN YARGI VE HER TÜRLÜ YARGI ÜZERİNE

"Yargı", mesleğim gereği en çok duyduğum sözcüklerden biri..Dilekçelere yazdığım, dilekçelerde okuduğum..”Yargılama aşaması, yargılama süreci, yargılama sonrası” gibi bir sürü kalıp..Bu kalıplardan bıkmışlığımı bir yana bıraktım diyelim, bu kez siyasi olarak karşılaşıyorum bu sözcükle..Gazetelerde, televizyonlarda, her yerde her ağızda…İçim acıyor sonra..Deniz feneri geliyor aklıma, Mustafa Balbay, Perinçek…ve daha her saydığımda içimin tekrar acımasına neden olacak diğerleri… Yargı mı!! diye bir kahkaha atmak istiyorum o an delirmişcesine… Bir isim daha saysam dayanamayacağım sanki daha fazla…Sokaklarda her türlü tehlikeyle karşılaşabileceğimiz bu topraklarda, düşündükleri için,ifade ettikleri için, yargılama sonucu hapsedilenler varken, "yargı" kelimesine nasıl dayanabilirim…

Sonra çevreme, yargılamalarıma, yargılanmalarıma bakıyorum…Bu kelime sevimsiz arkadaş bu ara..Aklımdan geçtiği her nokta ayrıca dokunuyor bir yarama…Ön yargıda dahil olmak üzere tek başıma yürüyüş düzenleyeceğim neredeyse yargıya,ön yargıya, her türlü yargıya hayır diye slogan atarak…Tabi ki bu dönem ulaştıkları anlam kaybına da söverek..

Ben aslında onu demek istemedim, hele öyle hiç hissetmedim demek zorunda hangimiz bırakılmıyoruz…bırakıyoruz da belki…ya da demeye mecalimiz kalmıyor, aman o da öyle düşünüversin diyoruz…Çok içten,şeffaf olduğumuz anlar yargılanmıyor mu hele…Nasıl anlatılır ki…O an anlamamış birilerine o andan sonra o içtenliği yaşatmanın bir yolu var mıdır…Vardır elbet de, her zaman herkesin buna gücü var mıdır?

Hafif alınganlıkla taçlandırdığım bir hassasiyet bir yorgunluk peydah oldu şu sıra..İnsanın insana ettiğine üzülmekteyken bizler, bir de bir doğal afete şahit olduk..O da yetmezmiş gibi, ohh deprem oldu da gördüler günlerini diyebilecek kadar küçülen bir insanlığa şahit olduk..Polyannacılık oynayacak gücüm kalmadı benim…Zor günlere gidiyoruz dostlar..Oturup ağlamak mıdır çözüm, değildir elbet…Ama bozuk plak gibi her fırsatta ifade ettiğim üzere, bizler bugünlerde birbirini anlayan aile, sevgili,dost ve versiyonlarından oluşan azınlığa sahip çıkmalıyız derim ben...